İnsan bazen doğup büyüdüğü yeri anlamak için uzaklaşır. Ben bu yazıyı uzaklardan değil, Isparta’nın tam kalbinden yazıyorum. Bu topraklarda yürümeyi öğrenmiş, ilk defa rüzgârın sesine Eğirdir Gölü kıyısında kulak vermiş biriyim. Ve her geçen yıl, yaşım büyüdükçe bu şehrin ne kadar derin, ne kadar sessiz ama bir o kadar da anlatacak sözü olduğunu daha iyi anlıyorum.
Bugün Isparta, gül şehri olarak bilinse de, aslında bu isim onu anlatmaya yetmiyor. Gül yalnızca yüzüdür bu kentin. Altında yatan tarih ise bambaşka bir katman. Çünkü Isparta’nın toprağı yalnızca çiçek değil, zaman da yetiştiriyor.
1944 yılında Şevket Aziz Kansu tarafından yürütülen araştırmalarla Bozanönü Ovası’nda bulunan Kapıini Mağarası, Isparta’nın tarihini Paleolitik döneme kadar götürüyor. Düşünsenize, binlerce yıl önce insanlar burada ateş yakıyor, taşları yontuyor, geceleri bu mağarada uyuyordu. Bugün biz, o ovadan geçerken belki telefonlarımızla ilgileniyoruz ama altımızda geçmişin ayak sesleri yankılanıyor.
Keçiborlu’nun Gümüşgün köyünde, Prof. Louis’in yaptığı kazılarda Mezolitik döneme ait mikrolit taşları bulunmuş. Bu, insanların Isparta’yı sadece geçici bir konaklama yeri değil, kalıcı bir yurt olarak seçtiğinin kanıtı. Yerleşik hayatın ilk izleri Şarkikaraağaç’taki Yeniköy Höyüğü’nde ortaya çıkıyor. Kalkolitik döneme ait küp mezarlar ve eşyalar ise bize bir şey söylüyor: Bu topraklarda insanlar yalnızca yaşamamış; sevdiklerini toprağa emanet ederken bile inançlarını, umutlarını da bırakmışlar.
Isparta, antik çağda Pisidia bölgesinin en önemli yerleşim merkezlerinden biriydi. MÖ 2000’lerde Luvi ve Arzava topluluklarının yerleştiği bölgeye, MÖ 1200’lerden sonra Frigler, Lidyalılar, Persler ve ardından Makedonyalılar hâkim oldu. Büyük İskender’in ölümünden sonra ise Seleukoslar, Bergama Krallığı ve son olarak Roma İmparatorluğu egemenliği görüldü.
Roma döneminde Isparta yalnızca bir şehir değil, aynı zamanda bir piskoposluk merkeziydi. Ticaret yollarının kesiştiği, tarımın geliştiği, insanlarının üretken olduğu bir yerdi. Roma’dan Bizans’a geçen şehir, 1204 yılında Anadolu Selçuklu Devleti’ne katıldı. 1300’lerde Hamitoğulları Beyliği’nin kontrolüne geçti, 1391’den sonra ise Osmanlı toprağı oldu. II. Murad döneminde ise artık tam anlamıyla Osmanlı kimliğiyle var oldu.
Her bir dönem, Isparta’nın ruhuna bir iz bıraktı. Antik sütunlar, cami avlularına karıştı. Roma yollarının taşları, Osmanlı hanlarının temellerine oturdu. Tarih burada üst üste binmedi, birbirine karıştı.
Bugün Isparta merkezinde yürürken geçmişin o ihtişamlı sesini duyamayabilirsiniz. Ama dikkatli bakarsanız, sokak aralarındaki yaşlı evlerin pencerelerinden size bakan eski zamanları görürsünüz. Belki de en çok taş duvarların arasında sıkışmış bir zaman duygusu vardır bu şehirde. Aceleye gelmeyen bir hayat…
Isparta’nın insanı gibi kendi de sakindir. Gürültüden uzak, derdini bağırmadan anlatır. Şehir, kendini öne atmadan, yalnızca bilenin anlayacağı şekilde yaşar. İşte bu yüzden birçok kişi Isparta’nın kültürel zenginliğini, tarihini, lezzetlerini görmeden geçip gider. Ama biz biliriz.
Her yörenin hikâyesi mutfağında da gizlidir. Isparta’nın mutfağı da tarihin, toprağın, mevsimin diliyle konuşur.
Mesela kabune pilavı. Düğünlerin, bayramların olmazsa olmazı. Etin suyuyla pişirilen, baharatıyla harmanlanan ve neredeyse kutsal sayılan bu pilav, sadece yemek değil; gelenek demek.
Yalvaç’ın meşhur hamursuz böreği, buranın sade ama doyurucu kültürünü anlatır. Lavanta zamanı geldi mi lavantalı tatlılar yapılır, gül mevsimi geldi mi gül reçeli, gül lokumu, gül şerbeti her sofrada yerini alır.
Ayrıca banak aşı gibi köylü yemekleri, yer sofrasında yenen bulgur pilavı ve tandır ekmeğiyle yapılan sade ama ruh doyuran sofralar…
Bunlar bizim hafızamızda sadece damak tadı olarak kalmaz. Bayram sabahı soba üzerinde ısıtılan ekmeğin kokusu, gül yağıyla karışır, bir çocukluk hatırasına dönüşür.
Ve elbette Eğirdir… Bu şehirde yaşayıp da Eğirdir’e dair bir şey söylemeden yazıyı bitirmek mümkün değil. O göl, yalnızca bir coğrafya öğesi değildir. Sessizliğiyle konuşur, rüzgârıyla anlatır, akşamüstü ışığıyla içini serinletir. Göl kenarında yürürken, hayatın biraz daha ağır ama daha derin yaşandığını hissedersin.
Bazı sabahlar orada yürüyüşe çıkarsın, göl cam gibi durur, arkasında dağlar yavaşça belirir. Sanki tarih, gölün yüzeyine yansımış gibi olur. Isparta’nın özü, en çok o suda yansır belki de.
Isparta’nın geçmişi sadece kazılarda, belgelerde ya da müzelerde değil. O, hâlâ yaşanıyor. Çarşıda bir halıcıda, bir köy kahvesinde, bir yaşlının anlattığı eski bir hikâyede…
Ve biz, bu şehrin çocukları olarak şanslıyız. Çünkü yürüdüğümüz sokaklar, sadece bugünümüze değil, binlerce yıl öncesine de tanıklık ediyor. Tarih burada anlatılmaz, yaşanır. Yeter ki durup dinlemeyi bilelim.
Sign in
Sign in
Recover your password.
A password will be e-mailed to you.

Next Post