Bazı oyunlar vardır, sadece oynanmaz. Onlar yaşanır, hissedilir, iz bırakır…
Grand Theft Auto: San Andreas da tam olarak böyle bir oyun.
Bugün hâlâ milyonlarca insanın dilinde, hatıralarında ve belki de kalbinde bir yeri varsa, bunun nedeni sadece yapım kalitesi değil, bir neslin iç dünyasına ayna tutmuş olmasıdır.
Carl “CJ” Johnson yıllar sonra eve dönerken, biz de onunla birlikte evimize dönüyorduk.
Annesinin ölüm haberiyle, çocukluğunun tozlu sokaklarına adım atarken, bizim de çocukluk anılarımız yeniden canlanıyordu.
PlayStation 2’ye yeni takılmış bir CD, kasvetli bir Los Santos sabahı, CJ’in taksiyle eve geliş sahnesi…
Ve o an, polis arabası durur, CJ yere eğilir…
“Ah shit, here we go again.”
İşte tam orada başladı her şey.
Bu bir oyun açılışı değil, sanki hayatın bir yeniden başlamasıydı.
Mahalle kültürünü, arkadaşlığı, ihaneti, mücadeleyi, sahiplenmeyi biz orada öğrendik.
Sweet’in liderliği, Big Smoke’un başta dostça görünen ama içten içe çürüyen hali, Ryder’ın dengesizliği…
CJ, yalnızca bir karakter değildi. Birçoğumuz için ikinci bir “biz”di.
Kardeşinin gölgesinde, ailesinin acısıyla mücadele eden, aynı zamanda kendi ayakta kalma savaşını veren bir gençti.
Kendini kanıtlamaya çalışan ama bir yandan da sadakati asla unutmayan bir adamdı.
Ve onun yolculuğu bizim büyümemize eşlik etti.
Grove Street çetesinin, Ballas’larla olan savaşı sadece bir oyun çatışması değil, hayatın kendisinden bir parçaydı.
Annenin evinde taranarak öldürülmesi, kardeşin tutuklanması, dost bildiklerinin arkanızdan iş çevirmesi…
Bunlar, sadece piksel hareketleri değil; içimizde bir yerleri acıtan kırılmalardı.
CJ’in polisler tarafından hapse atılmaması için kardeşini yalnız bırakmaması,
Sweet’in direnişi,
Cesar’ın ihanetin izini sürmesi…
Hepsi birer hikâye değil, birer duygu taşıyıcısıydı.
Hatırlar mısın?
Oyun başladığında CJ’e verilen ilk ulaşım aracı bir bisikletti.
O yavaş pedal çevirdiğimiz anlar, aslında büyük bir yolculuğun da ilk adımlarıydı.
San Fierro’da kazanılan bir garaj,
Las Venturas’ta kurulan bir kumarhane ortaklığı,
Triadlarla kurulan sağlam dostluklar…
CJ yalnızca evine dönmekle kalmamış, koca bir eyaleti avuçlarının içine almıştı.
Ve bu sırada biz de onunla beraber öğrendik:
Güvenin ne kadar kırılgan, sadakatin ne kadar değerli olduğunu.
Oyun haritası ne kadar büyükse, duygular da o kadar derindi.
Bir arabaya binip rastgele bir radyo açtığımızda çalan şarkılar, bazen elimizi tetikten çeker, bizi düşüncelere daldırırdı.
K-Rose’da çalan country şarkılar,
K-DST’in rock müzikleri,
ve Radio Los Santos’taki hip-hop parçaları…
Her biri, birer hatıra kaydıydı.
Sokaklar değişse de, şarkılar hep bizimle kaldı.
San Fierro’da izlerini sürdüğümüz Ryder ve Big Smoke…
Onlarla yaşanan çatışmalar, bir düşmanı alt etmek değil, bir dostun mezarına gitmek gibiydi.
CJ’in gözlerindeki kırgınlık, oyuncunun ellerine yansırdı.
Mouse’a ya da tuşlara bastığımız her an, aslında duygusal bir bedel de öderdik.
Big Smoke’un ölüm sahnesinde söylediği söz, oyunun özeti gibiydi:
“I got caught up in the money… the power… I don’t give a shit…”
Ve sonra o son nefes…
Biz sadece bir karakteri değil, çocukluk dostumuzu kaybettik.
Samuel L. Jackson’ın seslendirdiği memur Tenpenny karakteri, video oyunlarındaki kötülüğün vücut bulmuş haliydi.
Çarpık adalet sistemini, yozlaşmış gücü ve korkusuz zalimliği temsil ediyordu.
Ona karşı verilen mücadele, sadece oyun görevi değil,
sisteme başkaldırıydı.
İtfaiye aracıyla kaçarken düşüp ölmesiyle CJ’in ve bizim içimizdeki zincirler kırıldı.
Bizi yıllarca ezen tüm o karanlık duygular, onunla birlikte gömüldü.
CJ en sonunda kardeşiyle barıştı, Grove Street’i geri aldı, her şeyi düzeltti.
Ama o ev, o sokaklar, o mahalle artık aynı değildi.
Ve biz de değildik.
Çünkü bir oyunun içinde büyüdük.
Her görev bir sınavdı.
Her karakter bir öğretmendi.
Ve her sokak, bizi biraz daha biz yapan bir yerdi.
Sevgili okur,
Bu yazıyı okurken gözlerinin önüne bir bisiklet, bir duman bulutu ya da radyo çalan bir araba geldiyse,
bil ki yalnız değilsin.
Biz aynı şehirde, aynı mücadeledeydik.
O evin önünden geçtik,
o çete savaşlarında siper aldık,
ve bir oyunu değil, bir hayatı yaşadık.
Belki o yıllar geri gelmeyecek.
Ama o yılların kokusu, Los Santos’un sıcak rüzgarlarında hâlâ saklı.
Ve biliyorum,
Bir gün bir oyun konsolu eline geçerse,
tekrar yükleyeceksin San Andreas’ı…
Ve bisiklete bindiğinde,
kalbinden sessizce şu cümle geçecek:
“Ah shit, here we go again.”